Etiket: Arı
- Bu konu 0 yanıt içerir, 1 izleyen vardır ve en son 6 yıl 2 ay önce
Şamil Tunçay Beştoy tarafından güncellenmiştir.
-
YazarYazılar
-
25 Kasım 2018: 19:44 #158406
Şamil Tunçay Beştoy
KatılımcıMonokültürel Endüstriyel Tarım Doğal Yaşamı Yokediyor.
Tarım alanları artık en büyük ekosistemlerden birini oluşturuyor. Ve tarımsal üretim geçtiğimiz yüzyıldan bu yana hızlı bir biçimde ve giderek artan ölçülerde sanayileşiyor.
Bu süreç, daha çok hibrid monokültür ürünleri, daha yoğun suni gübre kullanımı, daha fazla zehirli kimyasal ve tarımsal alanların diğer alanlara artan yayılımı şeklinde gerçekleşiyor.
Endüstriyel tarım, arıları ve diğer tozlayıcıları çeşitli şekillerde etkiliyor. Tozlayıcılar endüstriyel tarımın zararlı etkilerinden kaçamıyorlar. Doğal yaşam alanları kaçınılmaz olarak endüstriyel tarım alanlarıyla çakışıyor. Ve bununla eş zamanlı olarak hem doğal yaşam ortamları tarım uygulamaları tarafından tahrip ediliyor, hem de yoğun tarımsal uygulamaların zararlı etkilerine maruz kalıyorlar.
Pestisitler arasında arılara en fazla zarar veren tarım ilaçları bitkisel üretimde insektisit ve herbisit amaçlı kullanılanlardır.
Sistemik yapılarına bağlı olarak, tohum kaplama, toprağa uygulama, yaprak spreyi olarak veya sulama suyuna insektisitin katılmasıyla uygulanan neonikotinitler bitkilerin dokuları tarafından alınmaktadır.
Neonikotinoitler sistemik insektisitlerdir; suda çözünebilme özelliklerinden dolayı bitkiler bu kimyasalları kökleri ve yaprakları aracılığıyla emerek bitkinin damarları ile kök, yaprak, çiçek ve hatta meyvelere taşınmaktadırlar.
Ancak neonikotinoitlerin sadece yüzde 5-10’u bitki tarafından emilir, kalanı suya ve toprağa karışarak birikir, biyoçeşitlilik ve ekosistem üzerine olumsuz etkilere neden olur.
Arılarda akut ölümler neonikotinoitlerin asıl zararı değildir. Akut ölüme neden olmayacak kadar az olsa bile alınan neonikotinoitler arıların davranışlarını ve bilişsel yeteneklerini; iletişimi, besin arama davranışlarını, öğrenme, kaçma ve özellikle yön bulma becerisini ve fizyolojiyi bozar.
Bal arısı kolonisinin besin toplayabilme ve depolayabilmesi işçi arılar arasında koordinasyon ve iletişime bağlıdır. İşçi arıların besin arama ve diğer arılarla iletişim kurma yeteneğini bozan neonikotinoitler koloni sağlığını olumsuz etkiler.
Ayçiçek ekim alanlarından alınan numunelerde çiçek tacındaki neonikotinoit grubu pestisit bulguları olarak en çok imidokloprit bileşiği kalıntısı tespit edildi. Trakya bölgesinde Tekirdağ ve Edirne de daha yoğun olmak üzere pozitif sonuçlar alındı. Bu verilerin yarısında arıların zehirlenmesine neden olabilecek düzeyde ilaç tespit edildi. En çok pozitif sonuçlar sırasıyla imidakloprit, tiyametoksam, asetamiprit ve klotianidin bileşikleridir. Ayçiçeği ekim alanlarından alınan toprak numunelerinde de kalıntıya raslandı.
Pamuk ekim alanlarından alınan numunelerde tespit edilen bileşik ise imidokoprit. Toprak örneklerinde paralel olarak imidakloprit tespit edildi.
Arıların neonicotinoid böcek ilaçlarını tercih ettikleri ortaya çıktı.
İngiltere’deki Newcastle Üniversitesi’nden bilim insanları, arıların, tıpkı sigara tiryakilerinin bağımlılığı gibi, nikotin benzeri kimyasal maddelerden “etkilenebildiğini” belirledi.
Yapılan deneyler, arıların kimyasal maddeleri çekici bulması yüzünden zararlı miktarlarda zirai ilaca maruz kalıp kalmayacağı sorusunu gündeme getirdi.
Laboratuvar ortamında bal arılarının ve yaban arılarının, işlemden geçirilmemiş besinlerle, neonicotinoidli besinlere tepkisi denendi.
Üç neonicotinoid böcek ilacından ikisi eklenmiş olan şeker solüsyonunu arıların çekici bulduğu ve bu besinlerin “doğrudan beyni hedef alan uyuşturucu etkisi gösterdiği” görüldü.
Araştırmaya öncülük eden Prof. Geraldine Wright, “Arılar, besinlerindeki neonicotinoidlerin tadını alamıyor, dolayısıyla da bu böcek ilaçlarından uzak durmuyorlar. Bu da arıları, ilaçlı bitki özüyle beslenip zehirlenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bundan da kötüsü, arıların zirai ilaçlı besinleri tercih etmesi. Neonicotinoidler, tıpkı nikotinin insan beyninde yaptığı etkiyi yaratıyor arıların beyinlerinde.” dedi.
İklim değişikliği, günümüzde doğal ve tarımsal ekosistemler ile insan yaşamının her bileşenini farklı düzeylerde etkileyen küresel bir fenomen olarak ortaya çıkmıştır. İklimin değişimi; canlılar üzerinde doğrudan veya dolaylı etkileri ile yaşam için gerekli yeterli, kaliteli ve hijyenik su, hava ve besin kaynakları ile ekosistemi değiştirerek bitki, hayvan ve insan sağlığını olumsuz etkilemektedir. İklim değişikliğine bağlı anormal meteorolojik hava olayları ve hava kirliliği sonucu ekosistemde yaşayan bitki, hayvan ve insanların maruz kaldıkları hastalık sayı ve yoğunluklarında artışlar gözlenmektedir.
Son yıllarda hem doğal hem de insanların kontrol ve gözetiminde yetiştiriciliği yapılan bal arıları gibi tozlayıcı böcek popülasyonlarında yoğun kitlesel ölümler gözlenmektedir. Tozlayıcı böcekler ile çiçekli bitkiler arasındaki karşılıklı faydalanmaya dayanan ilişkiler (tozlaşma vektörü – nektar ve/ veya polen) binlerce yıl içerisinde oluşmuş olup doğal karasal ekosistemler ile insan yapımı tarım plantasyon sistemlerine yardımcı olmuştur.
İklim değişikliği; çiçek ve tozlayıcılar arasındaki ilişkileri istikrarsızlaştırarak bal arısı, bitki ortamı, parazit, zararlı ve hastalıkları arasındaki doğal dengeyi değiştirme potansiyeli taşımaktadır. İklim değişikliği nedeni ile oluşan habitat değişiklikleri, farklı parazit ve patojenler arasındaki etkileşim, zirai mücadele uygulamaları ile stress faktörleri, yanlış bakım ve besleme uygulamaları bal arısı kolonilerinde gözlenen kitlesel ölümleri arttırmaktadır.
Türkiye’nin 1981-2010 İlkbahar mevsimi ortalama sıcaklığı 12.0°C’dir. 2018 yılı ilkbahar mevsimi ortalama sıcaklığı 15.0°C ile mevsim normallerinin 3.0°C üzerinde gerçekleşmiştir. 1971- 2018 dönemi içinde en sıcak ilkbahar mevsimi olmuştur. 2018 ilkbahar mevsimi ortalama sıcaklıkları Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinin tamamında mevsim normallerinin üzerinde gerçekleşmiştir.
2018 yılı meteorolojik verilerinin arıcıların sezonda gözledikleri meteorolojik anomalilerle doğru orantılı olduğu gözlenmektedir. İklim değişikliği doğrudan bal arılarının besin kaynaklarını, bağışıklık sistemlerini, biyolojilerini ve davranışlarını etkilemekle birlikte bal arısı parazit, hastalık ve zararlılarının dağılım, yoğunluk çeşit ve etkinliklerini ile birbirleri arasındaki karşılıklı etkileşimi de büyük ölçüde etkilemektedir.
Amerikalı uzmanlar dünyanın dört bir yanında bal arılarının ölümüne yol açan esrarengiz hastalığa dair önemli bir ipucu yakaladıklarını söylüyorlar.
Normal koşullarda sağlıklı arılar, genetik olarak kendilerini diğer hastalıklardan ve tarım zararlılarına karşı kullanılan kimyasal ilaçların yani pestisidlerin etkisinden korumak üzere hayati bir protein üretiyor.
Uzmanlara göre hastalığa yol açan işte arıların, ribosom adlı bu proteini üretmesini engelleyen bir virüs olabilir.
Uzman ekip, sağlıklı arılar ile, Türkçeye, “koloni göçerten” diye çevrilebilecek CDD (colony collapse disorder) hastalığının yayıldığı kovanlardaki arıların hangi genetik özellikleri kullanıp, hangilerini kullanmadığını incelemiş.
2006 yılından bu yana ABD’deki balarısı nüfusu üzerinde yıkıcı bir etki yaratan CDD’nin dünyanın başka bölgelerindeki kayıpların da sebebi olduğu düşünülüyor.
Amerikalı bilim insanları National Academy of Science adlı dergide yayımlanan makalelerinde, arıların midelerindeki hücreleri DNA yapısı bakımından birbiriyle karşılaştırabilmek için moleküler biyolojide kullanılan bir yöntem olan Microarray Teknolojisi’nden yararlandıklarını söylüyorlar.
Illinois Üniversitesi’ne bağlı olarak çalışan ekibin başkanı May Berenbaum BBC’ye bu araştırmayı 2006 yılında yayımlanan arıların genom haritasıyla ilgili bir başka çalışmanın mümkün kıldığını söyledi.
Berenbaum, “Bu bilgi sayesinde, hasta ve sağlıklı arıların genlerini karşılaştırdık. Tabi arılarda tam 10bin ayrı gen var. Onun için her bir arıda bir çok farklı gen olabiliyor. Fakat, hastalıkla alakaları bakımından bunların çoğunu elemeyi başardık” diyor.
CDD ya da koloni göçerten hastalığı ile ilgili daha önceki çalışmalarda pestisid zehirlenmesi ve bazı hastalık yayıcı asalak bitlerin etkisi üzerinde durulmuştu.
Fakat Illinois Üniversite ekibinin arıların genleri üzerinde yaptığı karşılaştırmalı inceleme bunun somut kanıtlarını sunuyor ve hastalanan arılarda bir virüs nedeniyle pestiside karşı korunmayı sağlayan genlerin kullanılamadığını ortaya koyuyor.
Balarılarının Amerikan ekonomisine tek katkısı bal değil. Aynı zamanda polenlerin yayılmasında ana taşıyıcı rolüyle tarımda büyük önem taşıyorlar.
İlk kez 2006 yılında saptanan CDD hastalığı ülkedeki arı nüfusunun üçte birinin telef olmasına yol açtı.
Avrupa’dan da benzer kayıp haberlerinin gelmesiyle hastalığın küresel bir boyut kazandığı kaygıları arttı. Hastalığın, kovandan kovana küçük bir parazit bit tarafından yayılıyor olabileceğini de söylüyorlar.
İngiltere’de son 25 yılda sayıları yarı yarıya azalan arıların yeniden çoğalmasını sağlamak için yabani çiçeklerle bezeli özel yollar yapılması planlanıyor.
‘Arı yolları’, farklı kelebek ve böcek türleri için de yeni yaşam alanları olacak.
Projeye, Co-operative adlı süpermarket zincirinin bağışladığı yaklaşık 100 bin dolarla kuzeydeki Yorkshire bölgesinde başlandı.
Proje kapsamında kuzey-güney ve doğu-batı eksenlerinde iki koridor oluşturulacak.
Bu koridorlara, peygamberçiçeği, miskçiçeği, gazel boynuzu ve kızıl yonca ekilecek.
Uygulama beş hektarlık bir alanı kapsayacak. Olumlu sonuç alınması halinde projenin tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletilmesi planlanıyor.
Ancak, toprak sahiplerinin izni gerektiği için diğer bölgelerle ilgili henüz planlama yapılamadı.
Kelebek nüfusu 3’te 2 oranında azaldı
Co-operative şirketinin sosyal hedefler sorumlusu Paul Manoghan, “İngiltere, 1930’lardan sonra yaban çiçeklerinin yetiştiği alanların yüzde 97’sini kaybetti. Bu da arı nüfusunu önemli oranda azalttı. Son 25 yıl içinde İngiltere’de arı nüfusu yarıya yarıya, kelebek nüfusu da üçte iki oranında azaldı. Bu arı yollarıyla gidişatı tersine çevirebileceğimizi umuyoruz” dedi.
Sabahları güne kahveyle başlamak bir çoğumuzun vazgeçemediği bir alışkanlık ve İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre arılar da sabahları kafeinsiz yapamıyor.
Birçok bitki, özellikle tırtıl gibi bitki yiyen canlıları kendisinden uzak tutmak için nektarında kafein de üretiyor.
Yapay nektarla yapılan araştırmada kafeinin arıları çektiği, hatta arıların nektarla “uyuşturucu almış gibi” oldukları saptandı.
Sussex Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya katılan uzmanlardan Prof. Francis Ratnieks, daha önceki çalışmaların da kafeinin, çiçeklerin yerini bulmaya çalışan arıların hafızalarını güçlendirdiğini gösterdiğini söyledi.
Araştırmada arılara iki yapay çiçek sunuldu. Çiçeklerden birinde kafeinsiz, şekerli nektar bulunurken, diğer çiçeğe kafeinli nektar konuldu.
Her bir arının ne yaptığını gözlemlemek için de arıların arkasına küçük kimlik numaraları yapıştırıldı.
‘Uyuşturucu gibi’
Arıların kafeinli nektara daha çabuk geri döndüğü, yiyecek için daha çok tur yaptığı saptandı.
En ilginç bulguysa kafeinin arıları daha çok “dans eder” hale getirmesiydi.
Kafeinli nektarı ziyaret eden arılar sarsılarak dans etmeye başladılar.
Arılar bu dansla diğer yuva arkadaşlarına nektarın kaynağını aktarıyor.
Prof. Ratnieks “Birbirleriyle iletişim kuruyorlar. ‘Bakın burada iyi bir yiyecek buldum’ diyorlar. Arıların büyük çoğunluğu bu dansı yapmaz. Sadece çok iyi bir konum bulduklarında dans ederler. Kafeinin arılar üzerindeki etkisi uyuşturucuya benziyor ve nektar sanki daha iyi kalitede ve daha çok şeker varmış gibi davranıyorlar.” dedi.
Çalışmayı yapan bilim insanlarından Dr. Margaret Couvillon da, kafeinin arılarda daha sonra görülen etkilerinin de şaşırtıcı olduğunu söylüyor.
Couvillon “Kafein alan arılar aynı bitkiyi boşaldıktan sonra bile günlerce ziyaret ettiler. Dolayısıyla üç dört saat süren bir kafein deneyiminin etkisi günler boyunca unutulmuyor” dedi.
Bu yaz Champs-Elysees ve Luxembourg bahçelerinin tek konukları turistler değil.
Arıcılığa ilginin artması nedeniyle, buralarda ‘dolaşan’ arıların sayısında da artış gözleniyor. Paris, hızla şehir arıcılığının başkenti haline geliyor.
Kentte şu anda 400 arı kovanı var ve bu sayı giderek artıyor. Kovanlardan bazıları apartman balkonlarında, bazıları da parklarda veya ünlü binaların çatılarında bulunuyor.
Paris’in önde gelen restoran ve otellerinde şimdi günün modası, kendi ürettikleri balı satmak.
Şehir arıcılığını tetikleyen, kırsal kesimde arı sayısının azalmasından kaynaklanan kriz oldu.
Garip bir şekilde, şehirde üretilen arılar, kırsal kesimdeki arılara zarar veren hastalıklardan etkilenmiyorlar.
Üstelik bu “kentli” arılardan, taşradaki “köylü” kuzenlerine göre çok daha fazla bal alınıyor.
Paris Arıcılık Derneği’nden Guillaume Charlot’ya göre, bir yılda şehirdeki bir kovandan ortalama 50 kg bal alınıyor, iyi bir sezonda bu miktar 80 kg’ye kadar çıkabiliyor.
Charlot, “Kırsal kesimdeki arıcılar bir kovandan 30 kg bal alsa memnun oluyor.” diyor.
Paris’te verimin fazla olması, kısmen şehirde on yıldır böcek ilacı kullanılmamasından kaynaklanıyor.
Şehir ortamının sıcak havası da, arıların erken üremesine katkıda bulunuyor.
Ancak çelişkili gibi görünse de, şehir arılarından daha fazla verim alınmasının asıl nedeni, şehirde bulunan bitki türlerinin, kırsal kesime oranla daha fazla olması.
Paris’in 14. bölgesinde bir demiryolu hattı yakınlarında arıcılık yapan Simonpierre Delorme “Kentiler çiçek seviyor. Parklarımız, balkonlarımız, bahçelerimiz, yol kenarlarında çiçek tarhlarımız var. Yılın her mevsiminde renk olsun diye değişik tür bitkiler dikiyoruz” diyor.
Delorme’a göre, kırsal kesimde ise aksine, sadece tek türün ağırlılkta olduğu geniş araziler bulunuyor, bu bitkilerin çiçek açma sezonu bitince de arılar çiçek özü bulamıyor.
Avrupa ve Amerika kıtasındaki diğer ülkeler gibi, Fransa’da da son yıllarda bal arısı sayısında kayda değer bir azalma olmuştu.
1995’ten bu yana Fransa’daki üretilen bal miktarı 32.000 tondan 20.000’e düştü.
Kovan başına yüzde 30’da seyreden arı ölümleri de, normalden üç kat fazla olarak niteleniyor.
İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, çiçek yaprakları üzerindeki şeritler, tıpkı uçaklara rehberlik eden iniş pistleri etrafındaki ışıklar gibi arıların inişlerine yardımcı oluyor.
Bilimadamları, arı nüfusunun artırılması için şeritli yapraklara sahip olan çiçekler yetiştirilmesini tavsiye ediyor.
Şeritler sayesinde arılar, nektar ve polen toplayabilecekleri çiçeklere daha kolay ulaşabiliyor.
Araştırmaya göre arılar kırmızı yapraklı çiçekleri de özellikle tercih ediyor.
Uzmanlar, arılar için daha çekici çiçekler yetiştirilmesinin, arı nüfusundaki ‘felaket düzeyindeki’ azalmanın önüne geçmek için bir yöntem olabileceğini söylüyor.
Norwich kentindeki John Innes Merkezi’nde yapılan araştırmanın amacı, bitkilerin tohumlanmasında büyük rol oynayan arı nüfusundaki azalmanın nasıl önlenebileceğini saptamaktı.
Şeritlerin oluşumu
Çünkü bilimadamları, arı nüfusundaki azalmanın insanların gıda güvenliğini tehlikeye atabileceğini ve ekonomik açıdan büyük zarar verebileceğini söylüyor.
Bu arada, Yeni Zelandalı uzmanlar da aslanağzı çiçeklerinin yaprakları üzerindeki farklı şerit ve noktaları nasıl oluştuğunu araştırdı.
Yeni Zelanda Bitki ve Gıda Araştırmaları Enstitüsü’nden Kathy Schwinn, ‘Farklı şeritler ve noktalar doğada çok sık görülüyor. Ancak bunların nasıl oluştuğu çok iyi bilinmiyor. Araştırmamızda çiçek yapraklarındaki damarlardan ve yaprağın derisinden birer sinyal geliyor. Bu sinyallerin birleşmesiyle de kırmızı antokyanin renk hücreleri oluşuyor.
Antokyaninler kırmızı, mor ve mavi çiçeklerle meyvelere renk veren pigmentler.
Evrimsel Uyum Bedeli – Yerel-Yatay-Yavaş – Kaotik Uyum
Ekosistemleri ve doğal değerleri korumakta bilgelik, modern bilimin bulgularıyla geleneksel ekolojik bilgiyi harmanlamak ve ekosistemleri birlikte yönetmek için yeni yollar keşfetmek olarak ifade edilebilecek üç temel yaklaşımı benimseyen ‘insiyatif’ bunu; kaynakların çevrenin taşıma kapasitesi ve esneklik içinde kullanımı, doğal kaynakların sürdürülebilirliği, yerel geleneklerin ve kültürlerin öneminin tanınması, doğal kaynakların katılımcılık ve işbirliği temelinde yönetimi ve yerel sosyo-ekonomilerin geliştirilmesi olarak tanımladığı beş perspektif temelinde gerçekleştirmeyi amaçlıyor.
Buradaki anahtar sözcük ‘uyum’ olmalı. Ne yazık ki, çoktandır unuttuğumuz bir kavram. Tapınaklarımızın duvarlarına ‘ölçü’, ‘uyum’, ‘sukunet’ ve ‘erdem’ yazmayı bırakalı çok oldu. Artık; hırsın, kavganın, aşırının, rekabetin ve açgözlülüğün peşinde koşuyoruz. İşin en hazin yanı ise, evrimin en son ve bizzat evrimi anlama kapasitesine sahip ürünü olan insan beyninin, bu kapasitesinin ifadesi olan bilimin buna alet olması. Bu aşamaya nasıl geldik, ‘doğayla uyumu’ nasıl ‘doğaya karşı savaşa’ dönüştürdük, bilimi bu savaşı kazanmamız için gerekli gördüğümüz araçları üretmekte kullanmaya başladık; bu üzerinde kafa yormamız ve yanıt bulmamız gereken temel soru.
Doğadaki her canlı türü çevresi ile uzun bir evrim sürecinde kurduğu denge çerçevesinde optimum sayıda bireyden oluşan topluluklarda yaşamını sürdürür. Antilop ve geyik sürüleri binlerce bireyden oluşabilirken, örneğin filler en fazla 50-60 bireylik sürülerle dolaşır. Kedigiller çiftleşme dönemleri dışında çoğunlukla yalnız yaşar. İçlerinde sadece aslanlar 15-20 bireyden oluşan aileler kurar. İnsanın doğal yaşamı ise yöresine göre 30-50 ya da 100-150 bireyden oluşan kabileler içinde sürmüş binlerce yıl. Dünyanı her yöresinde o yörenin koşullarına göre üretim ve yaşam biçimleri, ‘kültürler’ oluşturmuşlar. Bu zengin çeşitliliği şehirlerde bir araya getirince ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Sıkışınca kızışıp dönüşüm geçiren çekirge sürüleri gibi canavarlaşıyoruz.
‘Arı şehirleri’ kuruyoruz; aslında aynen kendi kentlerimizde yaptığımız gibi düzensiz, çarpık, hastalıklı ‘arı gecekonduları’ ‘varoşları’ oluşturuyoruz. Arılar normalde her bir yöreye uygun olarak ağaç kovuklarında, kaya yarıklarında, toprak içindeki çukurlarda kurmuşlar kolonilerini. Koloniler arasında yine yörelerine uygun bir uzaklık olmuş. Şimdi biz onları bir arılıkta yan yana diziyoruz. Çok sayıda arı aynı yere sıkışınca hastalıklar, yağma ve stres geliyor. Evet, stres sadece bize özgü bir ‘lüks” değil. Doğasına aykırı durumlara giren ya da sokulan her canlı türü strese giriyor. Üstelik sadece onları sıkıştırmakla kalmıyor, bir de yaşamlarına yerli yersiz müdahale ediyoruz. Arı güdülmeye en uzak türlerden biridir.
‘Endüstriyel Arıcılık’ sistemi sadece arıcıları değil; sistemin üreticiden tüketiciye, toptancıdan birliklere ve ilaç firmalarından akademisyenlere kadar tüm aktörlerini kapsayan bir sektör haline gelmiştir. Üretimi yapan arıcı, sürecin neredeyse en önemsiz parçası olmuş, diğer aktörlerin kendisine dayattığı koşullara uymak zorunda bırakılmıştır. Endüstriyel her üretim gibi, arıcılık ta tamamen sonuç, yani ürün, yani bal odaklı bir üretim alanı olmuş; üretim sürecinin sonucu olan pazarlanabilir ve tüketilebilir mamul miktarını azamiye çıkarmayı amaçlayan bu anlayış sonucunda arıcılık sürecinin diğer aşamaları önemsiz ve anlamsız kalmıştır. Tabii burada balı asıl üreten arının halini hiç sormayın. Bütün bu kaosta arıyı düşünen kimse kalmamıştır.
Yerel ve doğal bir üretim olma özelliğinden koparılmış olan arıcılık; sürdürülebilirliğini yitirme tehditi altında ve çözüm üretemediği bir tıkanma noktasına gelmiştir. Bal üretimi tamamen tesadüflere kalmış, tesadüfler izin vermediğinde de sahte merdiven altı bal eksiği tamamlamıştır. Bu durum üreticinin kaliteli bal üretmesini anlamsız hale getirmiştir. ‘Taşımacı Endüstriyel Arıcılık’ modelinde; arıların genetik yapısı karışmakta, hastalıklar yaygınlaşmakta, bal sadece bir ticari meta olarak görüldüğü için çevre koruma bilinci oluşmamakta, yerel arı ekotipleri kendi doğal ortamlarından uzaklaştırıldığı için, yerel bitkilerin döllenmesi yetersiz kalmakta, ‘dışarı’ giden arıcılar için gittikleri yerin doğal ortamı bir önem taşımamaktadır. Süreci tersine döndürüp, merkeze arıyı, arıcıyı ve doğru bal ve diğer arı ürünlerini koyan bir model bulunmadıkça bu kaostan çıkış olası görünmemektedir.
Sonuçta, projenin başında da dediğimiz gibi; doğa uzun bir süreçte kendi dengesini kurmuş, arı da bu dengeyle uyum içinde kendi yolunu izliyor. Biz, insanoğlu; yüzlerce binlerce parçanın yan yana geldiği, iç içe geçtiği, her daim kendiliğinden bozulan ve yeniden kurulan bu düzene müdahale ettiğimiz her seferinde, bu kaotik düzeni her hizaya sokma girişimimizde hüsrana uğruyoruz ve uğramaya devam edeceğiz. Unutmayalım ki, bu düzen biz olmadan varlığını sürdürebilir, ama ne yazık ki, biz bu düzen olmadan var olamayız. Kendimizi bu bütünün bir parçası olarak görmedikçe, kurduğumuz ‘uygarlığı’ doğanın dışında ve üstünde gördükçe başarmamız olası görünmüyor. Doğayı tahrip etmekten vaz geçmek bir yana, doğayı ‘koruma’ ve ‘kurtarma’ misyonu altında gizlediğimiz bu kibirden de kurtulmalıyız.
Doğanın bizim tarafımızdan korunmasının gerekmeyeceği bir gelecek umuduyla.
Çevre ve Arı Koruma Derneği-ÇARIK -
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.